Yansıtamadığımız kimliklerimizi bir maskenin ardına saklıyoruz çoğu zaman ya da yansıdığının bile farkında değiliz hilelerimizin...
2009 yılı…
Dergi editörlüğü yaptığım dönemlerdi. Gündüzümüz geceye karışmış, aylık çıkan dergimizi yayıma hazırlamaya çalışıyorduk.
Her sayfasında ayrı emek, her satırında ayrı heyecan vardı. O ayın dergisini hazırlayıp basım için matbaaya gönderince iş bitme, hemen diğer sayıyı hazırlamaya başlardık. O huzurlu yorgunluğu şimdi bile tüm bedenimde hissediyorum.
Grafik tasarım bölümü ile editöryal bölüm arasında gidip gelen mesajlar, havada uçuşan sayfalar…
Tabi işin içinde bir de finansı sağlayacak reklam sayfaları.
Belirlenen dergi içeriği ve hazırlanan sayfalar arasına yerleştirilmeye çalışılan reklam görselleri bazen tüm dergiyi bitirip hazır ettiğinizde gelir, o yüzden tüm sayfaları yeniden ayarlamak zorunda kalırdık.
Dışarda mis gibi bahar havası, ortalık cıvıl cıvıl, ben de bilgisayarın başında bu karmaşaların içinde boğulmuşken içeriye; ayağında dağ yürüyüş botu olan, hava nispeten sıcak olmasına rağmen yağmurluk tipi bir mont giymiş, yuvarlak tel gözlüklü, hafiften kırlaşmış uzun saçı ve uzun sakalı olan biri girdi içeri.
“Merhaba dostum” dedi, gülümseyerek.
Şaşkınlığımı gizleyemedim haliyle. Su bulamamış ördek gibi baktım sanırım yüzüne ki; bir kahkaha attı; “bir çay içmeye geldim, vaktin varsa sohbet edelim” dedi.
Var desem, vaktim gerçekten yok. Yok demeye fırsat vermeden oturdu bile karşıma.
O konuştu ben dinledim. Ben konuştum o çay içti. O günü akşam ettik. Sonra geldiği gibi gitti; kahkaha atarak…
Ertesi hafta yine geldi, bu defa hazırlıklıydım; garipsemedim, şaşırmadım.
Yaptıklarımızı anlattık, yapmak istediklerimizi konuştuk, hayallerimizi paylaştık.
Sanırım en sonda söyleyeceği şeyi en başta söylemişti ama ben kaçırmıştım.
“Merhaba dostum” diyerek uzunca yıllar sürecek dostluğun temellini atmış meğerse…
Ben ve birçok kişi onun için “dost” tu ve hiç kimseye dost harici davranmadı.
Fotoğraf: https://www.instagram.com/p/BZoW6bAHWe5/?utm_medium=copy_link
Hiçbir hazırlığımız olmamasına rağmen Aydın’dan Marmaris’e bisikletle gitme teklifiyle geldi iki ay sonra. Soyut heykel yapma gayretiyle hazırladıklarını sergilemeye devam ederken bir taraftan da Çubucak orman kampında düzenlenen sanat etkinliğine gitmek istiyordu. Hem de bisikletle…
Ben gidemedim ama o gitti.
Her şeyi bırakıp, bir köy evi alıp, orada yaşama hayali vardı, birçoğumuz gibi. Yine o birçoğumuz yapamadı ama o yaptı.
O köye yerleşmekle kalmayıp, dostum dediği onlarca insanı ikna edip kendi imkânlarıyla köyde sanat festivali düzenledi. Hem de yıllarca…
Yapamazsın ya da yapma denildiğinde o meşhur kahkahasını atar, başlardı iştahlı iştahlı anlatmaya…
Doğayı sevmekle kalmaz doğayı güzelleştirmek için çabalardı, sanatın bir dalı ona yeterli gelmez, heykelden edebiyata, her türlü enstrümanı çalmaktan kamera karşısına geçmeye kadar hepsini başarırdı. Yeni yerlere gitmek, tanımadığı insanlarla sohbet etmek, bilmediği bir coğrafyada yaşamak onun için sıradan hallerdi.
Deyim yerindeyse; hayal ettiklerimizin vücut bulmuş haliydi.
Hep bir arayış içindeyiz bu da bizi sürekli mücadele etmeye zorluyor. Yaşadıklarımızdan çıkarımlar yapmadan aynı döngü etrafında debeleniyoruz. Bize sunulanla yetinip yenilikleri kolay kabul edemiyoruz. Ya zaman içinde kayboluyor heveslerimiz ya da zamanı heves etmeden tüketiyoruz.
Şu an ne yapmak isterdiniz?
Hayal kurun lütfen...
Yapmak isteyip de yapamadığınız şeyleri düşünün.
Liste epey uzun ya da birkaç özel istek…
Biz olmak yerine, başkalarının istediğini olmak, onların istediği gibi davranmak, yaşamımıza birileri için yön vermek…
İşin içinden çıkmak kolay değil, biliyorum ama basit düşünmenizi istiyorum sadece…
İç dünyamızda yaşadıklarımız, paylaşamadığımız duygularımız, söyleyemediğimiz isteklerimiz, yaşayamadığımız hayat, kelimelere dökemediğimiz beynimizin saklı dehlizlerinde dolaşan düşüncelerimiz olduğundan eminim.
Bir taş ev hayali vardı. Şehirden uzak bir dağ köyünde ahırdan bozma, duvarları yıkılmış, çatısı olmayan bir yer aldı.
Yıllar içinde oranın değişimine tanıklık etmiş biri olarak, orası için onu en iyi tarif eden yer oldu diyebilirim. Adını da kendisi koydu; “Göl Manzara”
Yaşamayı değil ama yaşamın ne demek olduğunu bütün hücrelerimize işleyen bu güzel insan; Maksut Kesici geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrıldı.
Hafızalarda kahkahası kaldı
O her zaman ne olmak istediğini bildi.
Ne yapmak istediğini biz bilemedik belki ama yapmak istemediklerinden ve nasıl bir yaşam istemediğinden emindik.
Yaşamak için;
Kimliğin bir önemi yoktu.
Kim olduğunun bir önemi yoktu.
Kimilerine göre yaşamanın gereği yoktu.
Kimileri ne der diye düşünmeye ihtiyaç yoktu.
Kimilerinin peşinden koşturarak bir şey yapmaya gerek yoktu.
Kimilerinin dediklerine göre hayatımızı şekillendirmeye lüzum yoktu.
Şimdi tam da onun dediği gibi onun adını verdiği, onun adına, ondan devraldıklarımızla olmaz denilen yerde onun adını yaşatmaya niyet ettik.
Devr-i daim olsun niyetiyle…
Çünkü biliyoruz ki;
Yansıtamadığımız kimliklerimizi bir maskenin ardına saklıyoruz çoğu zaman ya da yansıdığının bile farkında değiliz hilelerimizin...