Zaman güz rengi güneşin doğuşunu fısıldıyor; yeşilden kızıla, kızıldan turuncuya, turuncudan sarıya boyadığı yaşam tuvaline.

Sabah serinliğini hissedip, tavını almış toprağın kokusuna, çiğ taneleriyle yazı yazma vakti.

Kalemimin ucunu değil, ruhumun kalınlaşan yanlarını inceltmeliyim o vakit. Ben de öyle yaptım geçen süreçte; dinginleştim…

Eksik kalan yanlarım, okunmamış kitaplarım, konuşulmamış duygularım, yazılmamış yazılarımla nihayetinde Eylül’ e ulaştım.

Çam ağaçlarını dinlediniz mi hiç? Sessiz gibi dururlar ama değiller. Hatta seslerini gece sessizliğinde çok daha gür çıkarıyorlar. Bazen hep bir ağızdan konuşurmuşçasına bir uğultudur alıp gidiyor karanlığı. Diğer ağaçların uğultusuna da benzemiyor. Çam kokusunu içime çekip sessizce konuşmalarını dinledim gece boyu.

“Eylül geldi ya daha çok konuşuruz” dediklerinde, umutlandım.

Kosta Rikalı yazar Carlos Fonseca’nın Cenup isimli eserinde “Yazmak bazen sessizce konuşmaktır” diyor.

Benim de sessizce konuşmaya ihtiyacım varmış.

Belki de o yüzden en çok yazarken keyif alıyorum. Belki de o yüzden en çok yazarken keyfim kaçıyor. Belki de en çok yazarken…

Sonbahara dönen mevsimin Eylül’le başlamasının herkes için farklı anlamları vardır şüphesiz. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan birçok olay veya durum da bunu kanıtlar nitelikte.

Eylül…

Dilimize Arapça'dan geçen bu kelimeyi birçok şair, yazar da eserlerinde kullanmış.

Hatta Mehmet Rauf’un  “Eylül” isimli eseri,  Türk edebiyatındaki ilk psikolojik roman olarak kabul edilir. Eserin başkahramanları Necip, Suat ve Süreya üçlüsünün yaşadığı içsel çatışmaları gerçekçi bir şekilde tasvir eder ki bu yönüyle Serveti Fünun döneminin en başarılı yapıtlarından olmuş.

Geçtiğimiz aylarda Kitap Ağacı okuma grubumuzla değerlendirdiğimiz Balzac’ın ünlü eseri Vadideki Zambak ile konu açısından benziyor. Birçok yerli yazar gibi Mehmet Rauf da dünya edebiyatının önemli realist yazarlarından Honoré de Balzac’tan etkilenmiş haliyle.

“Yahu şimdi nereden çıktı bütün bunlar” demeyin. Çam ormanı insanın aklını başından alıyor. Eylül dersin, işte böyle sana romanlardan, yazarlardan bahsederler.

Sadece yazarları, romanları konuşmadık elbette. İri gövdeli, uzun boylu, gelmiş geçirmiş olduğu her halinden belli olan bir çam; “Hristiyanlar bu aya istavroz ayı diyorlar” diye atıldı arkalardan. “İstavroz değil istavrittir o” diye muzipçe gülümsedi en bodur olanı. Diğerleri güldüler, ben de eşlik ettim kahkahalarına. Öyle ya Karadenizliler değiştirerek "istavrit ayı" demişler.

Çocukluğumun üzüm bağları geldi aklıma. Eylül olmasını beklerdik üzüm toplamak için. Karnım şişene kadar yiyip sonra dibine yatardım asma fidanının. Akşama karın ağrısı dert olurdu o ayrı.

Ben çocukluğumun üzüm bağlarını anlatırken “Zaten Süryanice Aylul, üzüm demek, Eylül ismi de oradan geliyor” diye söze karıştı, karşımda sessiz sessiz bizi dinleyen genç bir çam.

Belli ki Eylül’ün gelmesi çam ormanını pek neşelendirmiş. Uğuldayan seslerini dinledim. Herkes bir şeyler anlatma telaşında. Heyecanları dallarına yansıyor. Coşuyorlar hep birlikte. Coştukça uğultuları büyüyor gecede.

Sonra nereden geldiğini bilmediğim bir ses “Avram Galanti etkisi” bu dedi. Şaşkın şaşkın etrafıma bakarken, diğerleri de sustu.

Karanlıkta seçemediğim, gerilerde bir yerlerde olduğunu tahmin ettiğim bir çamın sesiydi. “Anlamadım” dedim karanlığa doğru. 

“Sevinçten haykırmak” dedi yine aynı ses. Akadlıların altıncı ayı olduğunu ve sevinçten haykırmak anlamına geldiğini söyledi.

”Eylül mü?”, dedim.

“Evet” dedi.

“Peki, Avram Galanti?

“Ha O mu? Avram Galanti eski eğitimci, araştırmacı hatta milletvekili. Sonra Bodrumlu soyadını almış. Senin Neyzen Tevfik’le ilgili bir yazını okumuştum. Bilirsin Neyzen’i.”

“Evet, biliyorum elbette ama Neyzen Tevfik’le konumuzun ne alakası var?”

“Yahu Neyzen Bodrum doğumlu değil mi?”

“Evet, hatta çocukluğunun bir bölümü Bodrum’da geçmiş”

“Tamam işte, Avram Galanti ile Neyzen Bodrum’dan çocukluk arkadaşı. Zaten o yüzden Bodrumlu soy ismini almış.”

“Çocuk Neyzen” isimli yazım geldi hafızama. Bodrum’daki mahalle kahvelerine gelen neyzenleri dinleyerek neyzen olmaya karar veren küçük bir çocuk. Ama hiç çocukluk arkadaşı veya oyun arkadaşı olabileceği gelmemişti aklıma.

“Sen nereden biliyorsun Avram Galanti Bodrumlu’yu, Eylül’ün sevinçten haykırmak anlamına geldiğini?”

“Şimdi bunları anlatmaya başlarsam söz bitmez. Yanımdaki arkadaşın dallarıyla dürtmesinden gövdem aşındı. Sen bir ara gel, öyle anlatayım”

“Tamam, ama merak ettim, bir yerde mi yazmış? En azından onu söyle” 

“Türklük İncelemeleri” diye bir araştırma kitabı var. Eylül ile ilgili anlatıyordu. Oradan biliyorum.  Eylül, Akadcada sevinçten haykırmak demek diyordu”

Sabah olunca; “konuştuklarımızı satırlara dökme vaktin geldi” dediler. Gövdesine dokundum bir kaçının. Kalktım yanlarından. Sonra sessizce vedalaştım.

Zaman güz rengi güneşin doğuşunu fısıldıyor; yeşilden kızıla, kızıldan turuncuya, turuncudan sarıya boyadığı yaşam tuvaline.

Sabah serinliğini hissedip, tavını almış toprağın kokusuna, çiğ taneleriyle yazı yazma vakti.

Kalemimin ucunu değil, ruhumun kalınlaşan yanlarını inceltmeliyim o vakit. Ben de öyle yaptım geçen süreçte; dinginleştim…

Eksik kalan yanlarım, okunmamış kitaplarım, konuşulmamış duygularım, yazılmamış yazılarımla nihayetinde Eylül’ e ulaştım.

Çam ağaçlarının arasında yürüdüm ilk önce. Cemal Süreya’nın “Eylüldü” şiiri dolandı dilime. Bir ıslık tutturdum.

Güz ola söz gele o vakit.