Sabah yürüyüşü…
Kaldırım taşları…
Su birikintileri…
Çiçek kokuları…
Bir de sessizlik…
Uzağa düşmüş kuş sesi gibi bir ıslık tutturuyorum, sebepsiz…
Yosuna kesmiş parke taşları yoldaşım.
Yollar uzuyor her geçen gün…
Birkaç gün önce yolum Tire’ ye düştü.
İncirliova, Germencik, Ortaklar, Selçuk derken Belevi üzerinden Tire yolculuğu, doğayı özümseyerek, insanları gözlemleyerek seyahat yapmak için çok uygun bir güzergâh.
Yol boyu karşılaştığım insan manzaraları, yüzlerindeki umutsuzluk, yorulmuşluğun ve bezmişliğin göstergesi gibiydi.
Ağaçların çiçeğe durduğu, dağların çimen rengine boyandığı zamanları yaşıyoruz.
Kıvrılıp giden yolun sağı solu, yetişecek sebzeleri koynunda besleyen tarlalarla bezeli.
Şeftali ağaçlarının olduğu tarlalar ilgimi çekiyor. Çiçeklenmiş başları, bakımlı dalları ile sıra sıra dizilmişler. Büyük emek var belli ki. Her biri usta ve özenli elden çıkmış gibi. En uçtaki dallarından, kök saldığı toprağa kadar ustaca işlenmiş.
Yıllar içinde birbirine benzeyen yerleşim yerlerinin aksine küçük yerler ve köyler hala direnmeye devam ediyor, farklı kalabilmek için.
Kent kültürünün, kent belleğinin, kente özgü mimarinin, kente özgü yaşamın yavaş yavaş yok edildiği, birbirinin benzeri yerleşim yerleri inşa ediliyor.
Nereye gitseniz aynı bina, nereye gitseniz aynı meydan, aynı dükkân, aynı market, aynı park…
Aralarda kalan birkaç eski bina, yaşlı ağaçların çevrelediği meydan, oraya özgü yemeklerin sunulduğu lokanta, yaşlanan bedenine rağmen bastonuyla yürümeye çalışan birkaç çınar...
Hepsi bu…
Gerisi birbirinin kopyası şehirler.
Başka bir şehre geldim hissi olmadan dolaştığınız caddeleri, sokakları ile size oturduğunuz yeri anımsatıyorlar.
Amacınız farklı yerleri görme, tanıma, yaşama olsa da birkaç istisnai yer haricinde artık pek mümkün değil.
Tire’ de bu değişimden hızlıca nasibini alan yerleşim yerlerimizden.
Her biri sanat eserini andıran Tire evlerinin yerini; çok katlı, garip şekildi, gösterişli makyajlı apartmanlar alalı epey olmuş.
Tiyatro oyunları vesilesiyle zaman zaman uğradığım bu şehrin güzelliklerini de gün geçtikçe kaybediyor olmanın üzüntüsünü yaşadım.
Dönüş yolunda, yol kenarına sıralanmış dut ağaçlarının dibinde küçük bir çay bahçesi mola yeri.
Ömer’le Zeynep daha önce çayını çok beğendikleri bu yeri öve öve bitiremediler.
Durduk.
Dut toplayıp çay içmeye niyet etmişken, iş menemen yemeye döndü.
İşletme sahibi orta yaşlı teyze; “Oturuveren baken, domatlaa hazığ, iki yımırta gırıveeecen” dedi.
Oturduk.
İki sahanda iki yumurtalı menemenlerimiz bazlamalarla geldi. Yanında bol yağlı zeytin bir de peynir gibi bir şey getirdi.
Peynir gibi bir şey dedim çünkü peynir değil. Çökelek desen o da değil. Lor hiç değil.
Ama menemeni bırakıp onu yedik.
Teyzeden bir kap daha istedik.
“Ya aa çocuuum! Çok yok, accık accık katıveyon” dedi.
Nedir, ne değildir, nerede bulunur, bulunursa nereden alınır?
Soru soru üstüne gelince teyze bunaldı. Köylerde yapanlardan aldığını, birkaç günde bir geldiğini anlattı.
- Biz nereden alırız?
- Tirede satanlaa vaaa
- Yakın köylerde yok mu, oralardan alalım?
- Vaaadı da satmazlaaa…
- Neden satmasınlar, neyse öderiz.
- Veeeemezlee…
- Ne diye isteyelim, adı ne?
- Peynir çamuru…
Çıkıp Tire’ye doğru geri dönmüşken, bir köy yoluna sürdü arabayı, Ömer.
Şansımızı deneyelim niyetiyle köy yolunda ilerlerken karşıdan gelen bir arabayla karşılaştık. Dar yolda birbirine yol vermek için yan yana durdu iki araba. Eski model Steyşın Reno arabayı kullanan yaşlı amca, yarıya kadar inmiş camdan bize gülümsedi.
Selam, hal hatır derken peynir çamuru alabilecek yer aradığımızı, köyde bulup bulamayacağımızı sorduk.
Kısa tanışıklık ama samimi sohbet sonrası bizi evine davet etti. Köy yolundan geriye dönüp elli metre sonra sağa girdiğimiz dar yolla çiftliğin içine kadar girdik.
Etrafta dolaşan tavuklar, şaşkın şakın bakan inekler. Kısacası çiftlik ahalisi tam tekmil oradaydı.
Bizi davet eden amcanın eşi olduğunu öğrendiğimiz teyzemiz, bizi görünce yaşadığı kısa şaşkınlığın ardından buyur ederek içeri aldı.
Yıkık dökük duvarlar arasında eski model buzdolabının buzluğuna koyduğu poşetler içindeki peynir çamurlarını getirdi.
Uzun uzun anlattı nasıl yapıldığını. Anlattıkça da elinde ne nar ne yok çıkarttı, biz yiyelim diye.
Kısaca; peynir altı suyuna bir miktar süt katılıp tekrar kaynatılarak elde edilen bir tür peynir…
Maliyetinin az olması ve az bilinmesi sebebiyle düşük fiyatlara veriyorlarmış.
Dedim ya uzun uzun anlattı diye. Peynir çamuru alma niyetiyle gittiğimiz köy evinden çıkmak mümkün olmadı.
Kahve yapıp gelen teyzemiz, sundurmanın altında; tarladaki ekinleri, kenarındaki ağaçları, hayvanlarını, gecesini-gündüzünü, işini-gücünü, geleni-gideni anlattı.
Güneşi, Tire ovasının bereketli topraklarına bakarak batırdıktan sonra yola düştük yine.
Akşam yürüyüşü…
Kaldırım taşları…
Su birikintileri...
Çiçek kokuları…
Bir de sessizlik…
Uzağa düşmüş kuş sesi gibi bir ıslık tutturuyorum, sebepsiz…
Yosuna kesmiş parke taşları yoldaşım.
Yollar uzuyor her geçen gün…
Ve umut var her daim…
Peynir altı suyunu bir miktar sütle tekrar kaynatınca ayrı bir lezzete dönüşebileceğini kim bilebilirdi ki?
Benim de yeniden kaynatılmam gerekiyor, Peynir Çamuru gibi…