Çocuk yüreğimizi özlüyoruz.
Çocuk kalabilmeyi umut ediyoruz.
Kirlenen dünyanın çözümünü bile çocuk kalmakta arıyoruz.
Her dönem, bir önceki dönemleri eleştiren çocukluğun saflığı üzerine kurulu önermelerle doludur.
Sosyal ve kültürel değişimlerin çocukluk dönemlerinde yaşanılan geçişlerle mümkün olduğu birçok kaynakta belirtilmektedir.
Hatta çocuk; antik çağlarda iyi vatandaş yaratma sürecinin ana parçası olmuştur.
Sonraki dönemlerde, özellikle ortaçağda çocuğun “ilk günah” düşüncesi olması toplum içerisinde olumsuz sonuçlar doğurmuş olsa da Rönesans ile başlayan aydınlanma süreci çocuk ve çocukluğa dair bambaşka bir bakış açısı kazandırmıştır.
Yaşadığımız toplum, çocukluğumuzdan itibaren düşüncelerimizi etkileyerek bizi değiştirip, istenilen kişiye dönüştürür.
Bu değişim ve dönüşüm sırasında mevcut sistem de olup bitenlerden etkileniyor.
Bütün bir toplum değiştirilmek isteniliyorsa, her bir birey için aynı sabrı göstermek gerekir. O yüzden sistemin acelesi yoktur.
“Sabırla Öğretilen Sabırsızlık” (1) isimli yazımda bahsettiğim gibi;
“Beklemek, sabretmek; zamanın önemi anlamak için gereken en önemli değer iken, bize sabırla öğretilen sabırsızlık zamanımızı değersizleştirmeye yetti…”
Bir toplumu dönüştürmek boyacı küpü gibi batır-çıkar ile olmuyor. Mevcut duruma karşı olan bir dizi karmaşık süreci bir anda yönetmeniz gerekiyor.
Bir çürümüşlük var hepimizin gördüğü…
Çürüyüp giden değerleri ile bir toplumu harekete geçirmek de zor oluyor haliyle…
Reddedilen ne varsa gözümüzün içine sokuluyor adeta…
Bu süreçte de; çocukluğumuzu, çocuklarımızı, çocuklarımıza yaşattıklarımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor.
Çok çabuk unutuyoruz.
Bir yıl önce, yine ders almadığımız bir felaketle uyandık. Yüzbinlerce insanımız evsiz kaldı, on binlercesi can verdi.
Yaşam bir kez daha bizlere acı yüzünü hatırlattı.
Bir taraftan isyan ediyoruz bir taraftan da olan bitene anlam vermeye çalışıyoruz.
Deprem ülkesi olduğumuzu bilip, hiç olmayacakmış gibi davranmayı alışkanlık haline getirdik çünkü.
Üzülüyoruz, her zaman olduğu gibi…
İşin en üzücü tarafı ise verilen rakamlar üzerinden konuşarak her şeyi çözebileceğimizi sanmamız.
Yani;
Şu kadar konut yıkıldı, şu kadar konut yapıldı.
Şu kadar kişi çadırda, şu kadar kişi tahliye edildi.
Şu kadar kişi etkilendi, bu kadar kişiyi etkiledik.
Kâğıt üzerinde her şey yolunda ve kontrol altında görülüyor. Sorunlar da çözüm önerilerine gerek duymadan, halının altına süpürülmeye devam ediyor.
6 Şubat Maraş depreminin yaşandığı gün;
“Ne zaman deprem olsa ilk önce o bölgedeki çocukları düşünürüm.
Çocuk yaşta yaşadığım depremler yüzünden belki, belki de onların gözlerine sığdırdığı korkuyu bildiğimden.”
Satırlarıyla başlamışım “Deprem ve Çocuk” (2) başlıklı yazıma ve devam etmişim, olacakları bildiğim için;
“Yıllardır bilim adamlarının söylediği “deprem ülkesiyiz, önlem almalıyız” uyarılarını ülkeyi yönetenlerin pek umursamadığını çocuk yaşlarda öğrenmiştim.
Her felaket sonrası yapılan açıklamalar içerisinde hiçbir zaman çocuklar yoktur.
Önemsenmediklerinden değil akla gelmediklerinden.
Kendini ifade edemeyecek nasılsa düşüncesi belki de…”
Yine öyle oldu. Paylaşılan rakamlarda çocuklar yoktu veya yok sayıldı.
Hayatını kaybeden çocuklar…
Kaybolan çocuklar…
Anne-babasını kaybeden çocuklar…
Daha çoğunu da yazabiliriz ya da yazmasak da olur her zaman ki gibi…
Yaşadığı topluma, ailesinin ekonomik durumuna, doğduğu coğrafyaya, içinde bulunduğu kültürel ve dinsel değerlere göre farklı sınıflarda yetişiyor bütün çocuklar.
Bu yüzden çocukluk çağlarından itibaren sınıfsal bir ayrımcılığa maruz bırakılıyoruz
Haliyle yaşamsal deneyimlerimiz ve çocukluk anılarımız da içinde bulunduğumuz bu sınıfa göre farklılık gösteriyor.
Hepimizde defalarca büyük can kaybı yaşadığımız felaketlerin bir yenisi ne zaman gelecek endişesi hiç bitmiyor.
Ama sınıfsal ayrımcılığa maruz kalan ve buna göre şekillenen yaşamlarını anlamlandırmaya çalışan çocuklardaki kaygıyı umursamıyoruz.
Ve biz, deprem gerçekliğini anlatmaya çalışırken, ya çocuk olduklarını unutuyoruz ya da tamamen unutuyoruz çocukları…
Birkaç haftadır 6 Şubat Maraş depremi sonrasında “kaçırıldığı düşünülen” kayıp çocuklardan bahsediliyor.
Çünkü deprem sonrasında ne olup bittiği belli değil. Ölen kişi sayısının doğru olup olmadığını bile bilmiyoruz. Yetkililere güvenmek zorundayız ama endişelerimiz var.
Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen enkaz kaldırma çalışmalarının devam ettiği söyleniyor. Bu enkazlardan naaşların çıktığı söyleniyor.
Bu ihtimaller arasında bazı çocukların naaşlarına da ulaşılamamış olabileceği belirtiliyor.
Deprem sonrasında binalardan çıkan hatta ambulanslara bindirildiği söylenen çocukların sonradan ortadan kaybolduğu iddiaları var.
Ailelerin feryatları var.
Bir yıl sonra bunları konuşmak çok acı ama maalesef gerçek…
Ve biz yine başa dönüp, kaybolan çocukları unutup, olacakları bilerek haykırıyoruz her defasında.
Çocuk yüreğimizi özlüyoruz.
Çocuk kalabilmeyi umut ediyoruz.
Kirlenen dünyanın çözümünü bile çocuk kalmakta arıyoruz.