Oysa ne zaman duruyor yerinde, ne de zamana karşı koymaya çalışan bedenler...
Karşı koymaya da gerek yok belki de… Çünkü zaman denen kavram bizim kontrolümüzde değil ve hiç durmadan ilerlemeye devam ediyor.
Yaş ilerledikçe yavaşlar insan…
Metabolizmanın yavaşlamasının sonucudur aslında. Sorsanız, beyninden neler geçer ama beden, o akıldan geçenlere ayak uyduramaz durumda olduğunu her fırsatta belli eder.
Genç yaşta yapılanlar, yaşlandıkça gülüp geçilecek ya da koca bir deneyim olarak yaşama yön verecek anılar olarak bedenimizde birikir.
İşte bu birikimlerin ağırlığı ile buruşan deri, yaşlanmanın en belirgin ve en görülebilir belirtisidir.
Fotoğraflar: https://www.instagram.com/p/B8rMBL6pi2x/?utm_medium=copy_link
Fiziki belirtilerin yanında, yaşanmışlıkların kattığı deneyimle olgun meyve misali daha ağır olur insan, yaşlandıkça… Ağır derken kilo anlamında demiyorum elbette. Daha sakin, daha aklıselim yaşamı tercih eder.
Yaşanan onca hayat tecrübesi ile herhangi bir duruma verilen tepkilerde bile bu durum gözlemlenebilir.
Her söz, her tavır imbikten süzülerek gelen hayatın damıttığı bilgiler ile yüklüdür.
Bir şeyin imbikten geçirilmesi; damıtılması, süzülmesi; en işe yarar yanlarının seçilip alınmasıdır.
Dolayısıyla; imbikten geçirildikten sonra dinlenerek demlenmiş yaşam tecrübelerinden faydalanmak gerekir.
Ama hiç bitmeyen bir durum vardır. Kimin olduğuna bakılmaksızın her daim yaşanıla gelen bu olumsuz durum her dönem bolca konuşulur olmuştur.
“Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda. Kaba bir şekilde yemek yiyorlar, yetişkinlere karşı saygısızlar, ebeveynlerine karşı çıkıyorlar ve öğretmenlerini sinirlendiriyorlar…”
Günümüzde ne kadar çok duyuyoruz bu tür yakınmaları öyle değil mi?
Oysa yeni söylenmiş bir söz değil; 2371 yıl önce M.Ö. 350 yılında Aristotales tarafından söylenmiş.
Ta o zamandan günümüze kadar gelen bu çatışma şimdilerde kuşak çatışması diye adlandırılıyor. Sadece yaşadığımız dönemi ve kendi durumumuzu değerlendirdiğimizde evet bir çatışma olduğu kesin. Fakat her dönemin kendi dinamikleri açısından farklılıkları olduğunu düşünürsek esas sorunun; her genç neslin yaşayarak ve hata yaparak öğrenmeyi tercih etmek istemesi olabilir.
Bu bir sorun mudur?
Uzmanların yıllardır farklı tezler ileri sürdüğü bir konu… Kimine göre doğru, kimine göre kısmen de olsa uygulanabilir, kimine göre ise kesinlikle yanlış.
Hiç bitmeyen bu yakınmaları zaman zaman ben de yapıyorum. Büyük oğlum Kuzey ile bu çatışmaları yaşadığımı itiraf etmeliyim.
O, benim onu anlamadığımı sanıyor, ben ise onun anlamamakta ısrarcı olmasına anlam veremediğimi düşünüyorum.
Ve hiç bitmeyen, gençlere nasihat verme hatasına ben de düşüyorum.
Neyse, bu yazının yazılma amacı gençleri anlatmak değil, yaşlılarımızı bir kez daha hatırlatmak olacak.
Nihayetinde zaman hep ileriye doğru gidiyor. Durduramadığımız veya geri alamadığımız zamanı hoyratça kullanmamak en iyi yapacağımız iş olmalı.
Shelly, Lord Byron, Balzac ve Proust gibi dünyaca ünlü yazarların biyografilerini eğlenceli bir dille kaleme alan Fransız yazar André Maurois; “İhtiyarlık denen şey, beyaz saçlardan ve yüz buruşukluğundan ziyade, artık geç kalındığı, oyunun oynanmış olduğu ve bundan sonra, sahnenin başka bir nesle ait olduğu duygusunu hissetmektir” der.
Haklı da…
Sahne değişir, sahnedekiler değişir, dekor değişir, ama yazılan metin değişmiyor. Sadece yeni metinler yazılıyor ki asıl önemli olan da budur…
Yeni hayata dair yeni metinler yazabiliyor muyuz?
Ekim ayı geldi. Mevsim sonbahar ve her Ekim yaşlıların günü ile başlar… Hazanla birlikte yaşlılığımızı dolayısıyla yaşlılarımızı hatırlayalım diye…
Gidin, telefon açın, konuşun, dinleyin…
Yaşam yerinde duruyor sanıyoruz…
Hayat koşturmacasına daldığımız, dipsiz dünya kuyusunun penceresinden başımızı kaldırıp bakmayı unuttuk.
Oysa ne zaman duruyor yerinde, ne de zamana karşı koymaya çalışan bedenler...